“Nasıl
geçti habersiz, o güzelim yıllarım
Bazen
gözyaşı oldu bazen içli bir şarkı…”
Bu hicaz şarkıyla başlıyor oyun. Karanlıkta
şarkının sözleri kulağınıza güzel bir şeyler fısıldarken yavaş yavaş belirmeye
başlayan dekorda eski, yıpranmış bir konak ve sonbahar yapraklarıyla dolmuş
bakımsız sanki kimsesiz bir bahçe şarkıyı daha da anlamlı kılıyor. İlk andan
itibaren hüzün gelip yerleşiyor içinize ve oyunun sonuna kadar da ara sıra
tebessüm ettiren bazı diyaloglar dışında hüzün hükümranlığını sürdürüyor
insanın üzerinde. Murathan mungan'ın aynı isimli eserinden sahneye aktarılmış bir oyun Dört Kişilik Bahçe.
Oyun parçalanmış, yıpranmış, birbirini
anlayamamış bir ailenin öyküsü. Oyunda sadece ismini duyduğumuz evin oğlu Reşat
on yıl önce evi terk etmiş ve bir daha kendisinden bir haber gelmemiş en son Amerika’da
olduğu duyulmuştur. Afife Reşat oğlunu çok seven ve hasretle onun dönmesini
bekleyen bir anne. Kızlarından küçük olanı Talia evlenmek için onları bırakıp
gittiğinden kızına öfkeli, büyük kızı Fatma Aliye ile de mesafeli, otoriter bir
ilişki içinde olan ve ayrıca bunama belirtileri gösteren yaşlı paşa babasına
bakan bir kadın Afife Reşat. Yaşadıklarını çoğunlukla içine atan, sessiz kalan,
kendine duvarlar ören, çocuklarıyla arasında hep bir sürtüşme olan, güzel
günler yaşadığı, varlıklı geçmişine özlem duyan bir İstanbul hanımefendisi. Elinde
kalan eski şatafatlı günlerin tek tanığı konağı satmamak için direnirken Fatma Aliye
ile çatışmasına tanık oluyoruz.

Fatma Aliye evin büyük
kızı, ailesinin içine düştüğü maddi sıkıntılar yüzünden hiç tasvip etmemesine
rağmen çalışmak zorunda kalan, anne ve dedesinin sorumluluğunu üzerinde
hisseden, duygusal, karamsar, yaşamın güzelliklerinden ümidini kesmiş bir
kadın. En büyük zevki ud çalmak. Ud Fatma aliye için ve diğer aile fertleri
için bir ışık gibi, güzel günlerin yadigârı, Beylerbeyi’ndeki konakta yaşanılan
günlerden kalma bir dost. Server Paşa’yı bile dalıp gittiği sonsuz boşluktan
çıkarabilen bir mucize ud.
Fatma Aliye’nin yalnızlığına, dış
dünyadaki yaşamdan uzak kalışına, bahçenin sınırları içindeki yaşamdan başka
bir yaşanmışlığı olmamasına kısaca Fatma Aliye’nin hüznüne tanıklık ve ortaklık
eden şey içinde çeyizlik porselen yemek takımlarının olduğu vitrindir. Fatma Aliye henüz kimsenin yemek yemediği,
hiçbir sofraya konulmamış, öylece kullanılacağı, işe yarayacağı, mutlu aile
sofralarına yerleştirileceği günü bekleyen bu porselenlerle bağdaştırır
kendini. Bazen gider okşar onları, tozunu alır, hayal kurar belki. Yıllar sonra
çıkıp gelen Talia’ya da anlatır porselenlerinin hikayesini. Talia çıkıp
geldiğinde onca kırgınlığına ve kızgınlığına rağmen çok mutlu olur Fatma Aliye,
affetmeyi tercih eder. İki kardeş konağın perişan bahçesinde geçmişi yâd eder,
çocukluğun güzel günlerini anımsarlar.
Talia için bu konak ve annesi hayatını
zorlaştıran, onu boğan unsurlardır. Annesi, Talia’nın geldiğini öğrenince hiç
hoşnut olmaz ama yine de sıradan bir durum gibi gününe devam etmek ister. Talia
ise annesiyle yüzleşmek istemektedir, nefretini, kırgınlığını annesinin yüzüne
haykırmak ister ve onu sevmek istediğini söyler. Bu yüzleşme sırasında annesinden
aslında kendi kıskançlıkları ve hırsları yüzünden acı çektiğini öğreniriz Talia’nın.
O, her ne kadar annesini suçlamak istese de kendi hatalarını da kabullenir ve
nihayet annesinin kendinden nefretinin sebebi olarak ona benzemesini, karakter
olarak annesinin aynası gibi olduğu için bu sevgisizliğe maruz kaldığını
söyler. Bahçe bir yüzleşme mekânıdır aslında, Fatma Aliye ile Talia,Talia ile
Afife Reşat, Afife Reşat ile Fatma Aliye. Sürekli bir hesaplaşma, yüzleşme
içinde olan karakterler için bahçenin onarılması, yeşillendirilmesi fikri hem
tartışmalardan, sorulardan kaçış bahanesi hem de hayatta tutunulacak bir
daldır. Çınar ağacının gövdesine yaslanıp yaşamaya devam eden aile bu ağacın
çürümekte olduğunun farkında fakat ümit etmekten çok uzaktadır. Bu yüzden bir
türlü bahçenin ve konağın onarımı için harekete geçemezler, hep lafta kalır.
“Kapıldım
gidiyorum bahtımın rüzgârına
Ey
ufuklar diyorum yolculuk var yarına
Ayrılık
görünmüşken yar tutmuyor elimden
Misafirim
bugün ben gurbet akşamlarına”
Arka
planda bu şarkıyı mırıldanıyor sanki tüm karakterler. Talia tekrar evi terk
ederken, Fatma Aliye Talia’nın bıraktığı mektupla gerçeklerle yüzleşirken, Afife
Reşat bir şey olmamış gibi davranırken ve hep bir ümit Reşat’ı beklerken,
Server paşa, Nerime sultanı düşünerek İstanbul ışıklarına dalıp giderken… Çınar
ağacının sararıp düşen yaprakları gibi bahtının rüzgârında savrulup giden aile
fertleri…
“Bu
son şansımız Fatma Aliye. Bu son şansın.
Biz
ve sen artık ayrılmaz bir bütünüz. Ve aynı yolculuğun ortak gezginiyiz. Bunu
biliyor muydun?
Bu
son durağımız Fatma Aliye. Bu son konak, bu son kuşak Fatma Aliye.”
Vitrinde yaşamayı bekleyen porselen
tabakların isyanındaki gibi Fatma aliye ve ailesi için son konaktır Emirgan’daki
bu konak. Oyun Fatma Aliye’nin sinir krizi anında paramparça ettiği
hayalleriyle son buluyor ve son bir mektupla. Asla gönderilemeyecek bir mektup.
Kırık dökük hayatlar ve harap bir konak, yaşlı bir çınar, ayrık otları
tarafından sarılmış bir bahçe, geri planda son İstanbul, birilerine hicran
taşıyan uduyla Fatma Aliye…
Eski Yeşilçam filmlerini ama hüzünlü ve
ahşap bir konakta geçen filmleri, eski İstanbul şarkılarını, hikayelerini
sevenlerin beğenerek izleyeceği bir oyun Dört Kişilik Bahçe.
“biz
bahçemizin dışındaki dünyayı hepten unuttuk. Şimdi de bu unutkanlığın bedelini
ödüyoruz…”
Ç.B.